Klişe bir ifade olarak Türkiye’de “halkın yüzde 99’unun Müslüman olduğu” söylenir. Yüzdesini bilmem ama bana göre Türkiye’de halkın önemli bir bölümü Maniheist. MS 216’da Babil’de doğmuş olan Mani, Hıristiyanlık, Budizm ve Zerdüştçülüğün sentezlendiği senkretik bir dinin peygamberiydi. Bir zamanlar bu dinin etki alanı çok genişti. Maniheizm doğduğu topraklar olan Mezopotamya’dan doğuda İran’a ve Uygur diyarına batıda Kuzey Afrika’dan Galya’ya (Fransa) kadar yayılmıştı. Sonra da yayıldığı hıza yakın bir süre içinde tamamen yok oldu. Günümüzde resmi olarak Mani inancına bağlı kimse yok. Yeryüzünde bu denli yaygın olup da ardından hiç mümin bırakmadan kaybolup gitmiş başka bir din bulmak zor.
Ama acaba Maniheizm gerçekten de kayboldu mu? Yoksa sadece mirasını Hıristiyan ve Müslüman dünyaya devredip kendince misyonunu tamamladı mı? Tony Judt, Fransız aydınlarını eleştirdiği Kusurlu Geçmiş(1) adlı kitabında Fransa’da aydın meselesinin kökeninde Maniheist mirasın yer aldığını iddia eder. Böyle bir mirastan söz edilebilir; zira bir zamanlar Galya topraklarında en etkili manastırlar Maniheistlere aitti. Katolik ahlak yapısını derinden etkilemiş olan Aziz Augustinus gibi büyük Kilise Babalarının bir bölümü eski (tövbe etmiş) Maniheistlerden oluşmaktaydı. Tony Judt’un sağ ve solcu (ama daha ziyade solcu) aydınlara dönük eleştirisinde Maniheizmi referans almasının nedeni, Fransız aydınlarının yaşama asla gri pencerelerden bakmıyor oluşuydu. Mani dünyayı iyi ve şer güçlerin mücadele alanı olarak yorumlamıştı. Kısmen Mazdaizmden alınan bu görüşe göre nesneler, insanlar veya düşünceler iyiliğe veya kötülüğe hizmet etmekteydiler. Bunun arası yoktu. Maniheizm mutlak iyi ve mutlak kötüye inanmış, müminlerinden de doğal olarak mutlak iyinin yanında yer almalarını bekleyen idealist bir inançtı. Aslında Katolik aydınların bu mirası kendilerince sahiplenmeleri çok ilginç bir durum değildi. Ama Judt, en azından nazariyede yaşamın diyalektiğini kavrama amacı güden solcu ve Marksist aydınların Maniheist tavrını daha açık biçimde eleştirmekteydi.
Bu girişten sonra asıl konumuza gelelim. Türkiye’de Hititoloji ve Sümeroloji alanlarında çalışmış bir çiviyazısı uzmanını geçenlerde kaybettik. M.İ. Çığ’ın yaşamını kaybetmesiyle beklenmedik bir tartışma iklimi doğdu. Böylece yukarıda sözünü ettiğim Maniheist mirasın gücü de bir kere daha ortaya çıktı. Bir kesimin gözünde Çığ, “Aydınlanmacı Türkiye’nin ikonu, son Sümer Kraliçesi, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük Sümerologu, çevre ve kadın hakları sorunlarına duyarlı, laik ve çağdaş Türk kadınının cisimleşmiş simgesiydi”. Karşıt taraf için ise Çığ “Dini ve milli değerlere hakaret eden, hiçbir bilimsel değer taşımayan kitaplar yazmış, alanında uzman olmayan, yurt dışında kimsenin tanımadığı, şarlatan, ırkçı, faşist, CIA bağlantılı, işkenceci bir sahte-bilimciydi”. Aynı kişinin aynı anda bu kadar zıt iki kimlik taşıması eşyanın tabiatına nasıl uyar gerçekten bilmek zor. Victor Hugo’nun romantik karakterleri gibi…
Öncelikle şunu söyleyeyim. Bu yazının Çığ’ın CIA bağlantıları, 12 Eylülcüler veya işkence iddialarıyla ilgili olacağını düşünenler varsa hemen zaman kaybetmeden başka yazıları okumaya geçsinler. Zira bu benim üzerinde ahkâm kesebileceğim bir alan değil. İddialar karşısında söyleyebileceğim tek şey, keşke 12 Eylül döneminin bütünü gibi bu konuda da adı geçen herkes hukuk önünde hesap verseydi. Şahitler ve kanıtlar huzurunda ak koyun kara koyun ortaya çıkabilseydi. M.İ. Çığ da bağlantıları, kardeşi ve Ayhan Songar’ın yaptıkları hakkında bildiklerini hukuk önünde aktarsaydı. Kendi doğrudan iştirak etmediyse de bildiklerini paylaşması, bir yargılama olmasa da gene faydalı olurdu. Ama anladığım kadarıyla arkeoloji dünyasında çok iyi bildiğimiz “devletlü” tavra uygun olarak böyle hareket etmedi. Türkiye’de bir sürü insan hakları örgütü var. Gerekirse davalar açsınlar tanıkları dinlesinler. Bu yaşananların ne olup ne olmadığı hukuki boyutta da netleşsin. Öte yandan tartışmanın bu çalışmaların arkasındaki asıl fail olan Ayhan Songar üzerinden değil de Çığ üzerinden sürmesi de bence ilginç bir durum. Büyük Doğu dergisi çevresinden (Necip Fazıl’ın tilmizi) olan Ayhan Songar’a bu denli bir eleştiri geldiğini görmedik. “İşkenceci M.I. Çığ geberdi” başlığını atan İslamcı yayınlarda Ayhan Songar’ın rolüne dönük bir eleştiri göze çarpmıyor. Türk-İslam sentezinin tanınmış bir simgesi olarak Ayhan Songar saygınlığını sürdürmekte. Mesela benim memleketimdeki (Bandırma) KYK Öğrenci yurdunun adı Ayhan Songar Erkek Öğrenci Yurdu’dur. Devlet yurtlarına bu ismi veren cenah konu M. İ. Çığ’a gelince birden bire işkence karşıtı kesilmekte. Bu açıdan Çığ’ın, Ayhan Songar’a göre “kolay hedef” olarak görüldüğü de anlaşılıyor.
Neyse benim bu yazıda ele alacağım konu M.İ. Çığ’ın arkeoloji ve paleografya dünyası için ne anlam ifade ettiği ve aslında Çığ’ın nezdinde Sümerolojiye dönük tenkitler. Bilindiği üzere bu işkence iddiaları olmasa da Türkiye’de radikal İslamcı çevrelerde Çığ’ın Kaynak Yayınlarınca basılan kitapları zaten alışıldık hedefti. Aslında konuya daha derinden bakıldığında bu çevrelerin Çığ’ı değil bütün olarak Sümerolojiyi hedef tahtasına oturttukları anlaşılmakta. Çığ’ın kitaplarında yazdıklarını başkası da yazsa, bu yazar insan hakları ödülü almış biri de olsa yine de İslamcıların hedef tahtasına oturacaktı. İslamcılar bu tepkileri vermekte kendilerince haklılar. Zira Çığ, tek tanrılı dinlerin Sümer-Mezopotamya kaynaklı (yani dünyevi) olduğu tezinin canlı ve popüler temsilcisiydi. Gerçi bu tez elbette Çığ’ın yarattığı bir iddia da değil. Kutsal Kitapların kaynağının Mezopotamya mitolojisi olduğu iddiası George Smith gibi 19. yüzyıl çivi yazısı uzmanlarının Gılgameş tabletlerini keşfettiklerinden bu yana tüm dünyada tartışılıyor. Bu mesele Çığ ile başlamadığı gibi elbette onun ölümü ile de sona ermeyecek. Ayrıca Sümer/Mezopotamya mitolojisinin tek tanrılı dinlerin kaynağı olduğu tezi, objektif olarak yani bu tezi kim savunursa savunsun, bundan sonra da insanları düşünmeye en azından beyin jimnastiği yapmaya teşvik etmeyi sürdürecek. Neticede Tufan ya da insanın çamurdan yaratıldığı Babil yaratılış mitolojisinin keşfi tıpkı yerçekimi kanununun keşfi gibi bunu keşfedenlerin amaçlarından münezzeh bir şekilde “Aydınlanma” denilen mefhumu besledi ve besleyecek. Bu tabletleri kimin keşfedip okuduğu ise artık pek önemli değil, ister bu kaşif M. İ. Çığ isterse Alfred Rosenberg olsun bunlar artık insanlığın ortak hafızasına işlenmiş durumdalar. Sümer tabletlerini keşfedenlerin aslında Kutsal Kitaplarda yazılanları kanıtlamak isteyen dindar insanlar olması işin ironik yanıdır, hatta bazıları rahipti.
Üstelik Sümer mirasının “Aydınlanmacı yorumu” sadece kutsal kitapların sorgulanmasından da ibaret değil. Erken cumhuriyet döneminde laiklik kadar medeni haklar, kadın-erkek eşitliği ya da demokratik inşa gibi konularda da bolca Sümer malzemesi kullanılmıştı. Sümer kanunlarının Akkad (Sami) kanunlarına göre bir derece daha ılımlı olması, mesela hırsızların el ve ayaklarının kesilmesi yerine para cezası verilmesi, ya da zina suçuyla kadınların taşlanmaması, boşanma ve velayetlerde kadınların çocukları üzerine hakları olmaları gibi unsurlar (bunlar biraz fazla abartılmışsa da) erken cumhuriyetin kadın-erkek eşitliği adına kullandığı referanslar arasındaydı. Yine tek adam (Tanrı-Kral) idaresi altında olan Akkad (Sami) geleneğinin aksine Sümer kent devletlerinde görece bir demokratik yapı olması (ki ben bunun da hep abartıldığını düşünmüşümdür) demokrasi için Hellenlere ihtiyaç olmadığını savunan “doğucular” için esin kaynağı olmaya devam etmektedir. Netice olarak Çığ’ın yaşamında, bilimsel iddialarında veya düşüncelerindeki diğer hatalardan yola çıkarak (veya bunların arkasına saklanarak diyelim), İslamcı aydınlar bir disiplin olarak Sümerolojiyi (evrensel adıyla Assuroloji) mahkûm etmeye çalışmaktalar. Bunun olabileceğini sanmıyorum. Zira Sümer ve Mezopotamya’nın uygarlık mirası bizim fani, gelip geçici günlük tartışmalarımızın çok ötesinde bir anlama sahip.
Çığ’ın mirasına daha doğrusu Kaynak Yayınlarınca yayınlanan kitaplar dizisi ve özellikle 1990’lardan sonraki çeşitli konuşma ve beyanlarına dönük ciddi bir eleştiri de Kürt aydınlarından geliyor. Buradaki temel eleştiri Çığ’ın Mezopotamya mirasını neredeyse bütünüyle Türklerle ilişkilendirmesi ve Sümer araştırmalarını bilimsel ölçütler yerine Türk milliyetçiliğinin politik çıkarlarının hizmetine sokması… Bu eleştirinin haklılık payı var. Her ne kadar DTCF’de bu tarzda bir misyon yüklenilmemişse de erken cumhuriyet döneminde gazete, süreli basın yayın ve CHP parti neşriyatında Sümer mirası, dış politikada Musul-Kerkük bölgesinin binlerce senelik Türk yurdu olduğu; iç politikada da Mardin Arapları ya da Dersim Kürtlerinin Sümer Türklerinin torunları olduğu gibi iddialar için kullanıldı. Dileyen ve vakti bol olan bu türden yüzlerce yazı derleyebilir. Bu yaklaşım elbette Sümeroloji araştırmaları için sağlıklı bir miras bırakmadı ve Sümerolojinin kültürel asimilasyona hizmet eden bir disiplin gibi algılanmasına neden oldu.
Öte yandan Sümerlerin kendilerinin Türk ya da proto-Türk olduğu iddiasına gelecek olursak. İnternette sürekli savunulduğunun aksine bunlar Türklerin kendilerine ait değil. Bu iddialar Sümerleri ve Sümer dilini 1850’lilerde keşfetmiş Oppert, Rawlinson, Hincks gibi çivi yazısı uzmanlarına ait. Sümercenin Hint-Avrupa ve Sami dillerinden farklı bir gramere sahip olması, eklemeli bir kelime türetme yapısına sahip olması, eril-dişil ayrımının bulunmaması gibi nedenlerle o dönemde Sümerce Türk/Moğol ya da Turani diller ailesine eklenmişti. Türk milliyetçilerinin bu kuramlardan ancak 1908 devriminden sonra haberi oldu. Genellikle de Macaristan Turan cemiyeti vasıtasıyla bu teorileri duydular ve yavaş yavaş benimsediler. Ziya Gökalp, Necip Asım, Avram Galanti gibi aydınlar bu meseleyi kamuoyuna tanıttılar. Cumhuriyet sonrası bu tez (Sümerlerin Türk olduğu) resmi görüş olarak benimsendi.
Öte yandan Turancıları ya da Türkçüleri sevin ya da sevmeyin, Sümerce ve Türkçe arasındaki bağlar meselesi bugün dünya genelinde tüm eski Ön Asya dilleri uzmanlarınca ciddiyetle incelenmektedir. Bu konuda genelde dört teori var. Birincisi ve en yaygını Sümercenin bir Ural-Altay dili (yani Türkçe, Moğolca ve Macarcayla akraba) olduğunu savunur. İkincisi (J. Gumperz) Sümercenin Kafkas-Bask dili bağlantısını öne çıkarır. Üçüncüsü Sümercenin Dravid-Tamil dilleri ailesine yakın kabul eder. Dördüncüsü ise doğrudan akrabası olmayan nevi şahsına münhasır bir iltisaki dil olarak görür. Ama bu teoriler arasında en kuvvetlisi bugün de Sümercenin Ural-Altay dillerine yakın olduğu tezidir. Örneğin Dietz Otto Edzard’ın 2003’te yayınlanan Sumerian Grammer adlı kitabında(2) da bu bağlantılar üzerinde durulmaktadır. Şahıs zamirlerinde Türkçede ben-sen, bana-sana ses türemesi örneğini ele alalım. Bu dünya dillerinde pek rastlamadığımız bir türeme biçimidir (genelde şahıs zamiri sabit kalarak önüne yönelme eki alır) ve Sümercede de aynı türemeye rastlanır (gâe-zae, gâ-ra-za-ra). Nitekim Edzard böyle bir türemeyi açıklamak için en yakın örnek olarak Türkçeye başvurmuştur.(3) Bazı kurallar Türkçeye uymaz, mesela nesneye ek gelmemesi veya bazı yapım eklerinin kelimenin sonuna değil de başına eklenmesi gibi. Ama yine de karmaşık gramer kuralları için de başvurulan kaynak diller yine Ural-Altay ailesindendir. Mesela kardeş-ler-im-e söz dizilimini ele alalım (isim+çoğul eki+iyelik eki+yönelme eki) dizisi Sümerce (ses-gu-(e)ne-r(a)), Macarca (barat-a-im-nak), Moğolca (minu-aga-nar-dur) ve Fince (talo-i-ssa-ni) tamamen aynıdır ve böyle bir dizinin tesadüf olması olasılık dışıdır. Sümerler doğrudan Türklerin ataları olmayabilir; ama Sümerce ile Ural-Altay dilleri arasındaki bağlar incelenmesi gereken güçlü bir iddia olmaya devam etmektedir. Neticede Sümer mirasının Mardin Araplarını ya da Kürtleri asimile etmek için kullanılması işin politik boyutu ve buna karşı çıkılması da doğal. Türkçe-Sümerce ilişkisi konusu ise milliyetçi Türklerin kendi kendine kurdukları bir hayal aleminin yansıması değil. Bu tüm dünyada tartışılan ve ciddiyetle incelenen bir konu başlığı.
Bu konunun en ilginç yanı ise çoğu konuya acemi eleştirmenlerin M. İ. Çığ’ın alana “bilimsel hiçbir katkısı olmadığı” iddiasında bulunmaları. İnternette bolca yazılıp paylaşılan bilgilere göre Çığ, aslında Sümerolog da değilmiş, Sümerce de bilmiyormuş. Hiçbir bilimsel çalışma yapmamış. P. Sütlaç’a göre yaptığı tek iş zaten Türkçeye çevrilen taş yazıtları (kil tabletleri demek istiyor) kataloglamaktan ibaretmiş. Çığ hakkındaki faşistlik, ırkçılık, işkencecilik iddialarının hepsini doğru kabul edelim. Kaynak Yayınlarınca basılan kitapların bilimsel açıdan eksikliklerini de teslim edelim. Ama Çığ’ın çiviyazısını okumayı bilmeyen bir “katalogçu” olduğu iddiasını savunanların yanıldıklarını söylemek zorundayım (bu mesleği de neden küçümsüyorlar anlamadım). Çivi yazısı okumasa katalog yapamazdı o da ayrı konu. Hatta tabletlerin her biri bin parça halinde olduğundan onların puzzle gibi birleştirilmeleri gerekiyordu. Yazıyı bilmeyen birinin onları yan yana getirmesi bile imkansızdı.
Meselenin bence en ilginç noktası, Çığ’ın 1940’lardan 1960’ların ortalarına kadar yaptığı çalışmaların bazı arkeologlarca yok sayılması. Bir kimseye haklı, insani ya da ideolojik sebeplerle kızmamız onun mesleki alana olan katkılarını görmezden gelmekle sonuçlanmalı. Çığ hakkında söylenen, “Türkiye dışında bir tanınırlığı yoktu”, “Hititoloji okumuş sahte Sümerolog”(4) “zırva ırkçı teorilere sözde bilimsel dayanak oluşturmak dışında hiçbir verimi olmamıştı” gibi söylemler insanları heyecanlandırabilir ve darbe mağdurlarını psikolojik olarak memnun edebilir; ancak var olan gerçekleri değiştiremez. Çığ, kendi zamanında yurt dışında hayli tanınan biriydi ve zamanın en iyi çiviyazısı uzmanlarıyla da çalışmıştı. Nazilerden kaçan Benno Landsberger’den Sümerce, H. Güterbock’tan Hititçe dersleri almıştı.(5) Yani hem Hititçe hem de Sümerce uzmanıydı. 20. yüzyılın en büyük Sümerologlarından Samuel Noah Kramer’le de çalışmıştı (herhalde bu insanlar çivi yazısı okumayı bilmeyen biriyle çalışmazlardı). Hatice Kızılyay ve Güterbock ile birlikte ortak yayınlar yapmıştı. 1400’den fazla kil tableti tasnif edip çevirdiler. Bazıları dünyanın dört bir yanına dağılmıştı. Onları farklı müzelerden getirtip birleştirdiler. Bu meşakkatli ve zor bir işti. Çığ’ın alana katkısını 1990’larda yayınlanan popüler kitaplarla değerlendirmemek lazım. Konuyu bilmeyenler bunu yapabilir. Ama bazı arkeologların da böyle davranması akıl alır değil.
Aslında ilk çeviri yayınları da Sümerce değil Hititçe üzerineydi. H. Güterbock ve Hatice Kızılyay (Bozkurt) ile birlikte hazırladıkları Hititçeden yapılan ilk çeviri cildi 1944’te yayınlanmıştı.(6) Bu çalışmanın ikinci cildi 1947’de yayınlanmıştır.(7) III. Cilt ise Güterbock artık Türkiye’den ayrıldıktan sonra, öğrencileri Çığ ve Hatice Kızılyay tarafından yayınlanacaktı. Hititçe birçok yer ve kişi adı, temel bazı kanunlar ve olaylar bu seri sayesinde netleşmiş ve Hititoloji literatürüne önemli bir katkı sağlanmıştı. 1949’da Güterbock’un ayrılmasından sonra iki genç Hititolog Türkiye’de çivi yazılı metinlerin konservasyonu ve tanziminde oldukça emeği geçmiş Alman bilim insanı F.R. Kraus’la birlikte çalışmaya devam ettiler. Kraus da “İstanbul Çivi Yazılı Tablet Koleksiyonuna Ait Yeni Çalışmalar ve Metin Neşriyatı” adlı tebliğinde Çığ ve Hatice Kızılyay’ın çabalarını takdir etmişti. Çığ, Hatice Bozkurt ve F.R. Kraus’un birlikte hazırladıkları “İstanbul Çivi Yazılı Tablet Kolleksiyonu” başlıklı makalede Osmanlı devrinden Cumhuriyete çivi yazılı belgelerin keşfi, kimisinin yurtdışına kaçırılışı korunanların nasıl tasnif edildiği hakkında ayrıntılı bilgi verilmektedir.(8)
Zaman zaman Türkiye’ye gelen sonradan dünyaca tanınacak Samuel Noah Kramer de Türkiye’de muhatap olarak kendisine Çığ’ı almaktaydı. İkili arasındaki yazışma ve yardımlaşmalar Çivi Yazılı Mektuplar adıyla yayınlanmıştır.(9) Kramer vasıtasıyla Çığ da Sümerceye ağırlık vermişti. Kramer’in bugün başucu kitabı olarak gördüğümüz Tarih Sümerde Başlar’ın ilk tercümesini de Çığ yapmıştı.
“Çığ sadece Türkiye’de tanınıyor ve önemseniyormuş yurt dışında bir karşılığı yokmuş”. Yukarıda örnek verdiğim Edzard’ın kitabını ele alalım. Kaynakçasına bakalım ARN kısaltmasını görüyoruz yani: M. Çığ/H. Kızılyay/F.R. Kraus, Atbabylonische Rechtusurkunden aus Nippur 1952. Ve de NRUN: M. Çığ/H. Kızılyay, Nesumerische Rechts-und Verwaltungsurkunden aus Nippur 1965. Bunlar tabii ki sadece Sümerce mevzusunda olanlar Hititçelere bakacak zamanım olmadı. Yani hakikatte halen çalışmaları referans olarak kullanılmakta.
Sonuç olarak M.İ. Çığ’ın siyasal tercihleri, hataları ve suçları benim ahkam kesebileceğim bir alan değil. Söylenenlerin onda biri bile doğruysa bunun hesabını vermeliydi. Öte yandan hazır böyle bir propaganda imkânı doğmuşken, Çığ’ın bilimsel çalışmalarını, kariyerini ve daha ileri giderek bütünüyle Sümer çalışmalarını; belli bir dönemi, hatta Sümerlerin tarihsel mirasını yargılama maksatlı kar topu şeklinde büyüyen bu cereyanın vardığı aşamanın özellikle son kısımlarına bir arkeolog olarak itirazım bunlardan ibarettir.
Sağlıcakla…
NOTLAR:
(1) Tony Judt, Kusurlu Geçmiş, çev. Nurettin Elhüseyni,-Derya Önder,YKY, İstanbul, 2020.
(2) Dietz Otto Edzard, Sumerian Grammar, Brill, Leiden, Boston 2003. Kitabın Almancadan İngilizceye çevrilmesi sürecine, Ön Asya arkeolojisinin en önemli isimlerinden biri olan ve benim de genç bir öğrenciyken Kilisetepe kazısında yanında çalışma şansına eriştiğim ana dili gibi Türkçe konuşan İngiliz arkeolog Nicholas Postgate ön ayak olmuştur.
(3) Edzard, a.g.e.s.55.
(4) Konuyu bilmeyenlerden biri de “Hititoloji okumuş Sümerceyle ne ilgisi var” demiş. Ardından “ben Arapça uzmanıyım Çince uzmanı da mı oluyorum” diye eklemiş. Bu konudaki doğru terim zaten çiviyazısı uzmanlığıdır. Yani çivi yazısı bilen biri Hititçe, Akkadca veya Sümerce temel metinleri bu dilleri bilmese dahi temel düzeyde anlayabilir. Zira bunların çoğu ortak ideogramlarla yazılırlar ama şahıs eklerinde yapım ve çekim eklerinde farklılık gösterirler. Yani Arapça Allah yazısının sonuna Türkçe iyelik eki geldiğinde (ALLAH-ım olarak yazıldığında) siz o iyelik ekini ilk bakışta çözemeseniz de Allah’tan söz edildiğini anlayabilirsiniz. Yani mesele Arapça ve Çince gibi iki farklı yazı sistemi olan diller gibi değil.
(5) Nazilerden kaçan demokrat ve solcu hocalarca yetiştirilen bir araştırmacının 12 Eylül döneminde darbeci ve Türk-İslamcı çevrelere bir şekilde eklemlenmesi elbette dramatik bir durum. Ama bu devletlü akademisyenlerin genel bir eğilimidir. Nitekim adı geçen Alman hocalar Türkiye’de üniversitelerde Demokrat Parti döneminde ve 1960 darbesi sonrasında benzer siyasi kıyımlara şahit oldukça “biz bunları görmüştük, aynılarını bir kez daha yaşamamıza gerek yok” diyerek birer ikişer memleketten ayrılmışlardı. Netice olarak burada bilimsel bir disiplinin yarı demokratik bir şark ülkesinde nasıl başka amaçlar uğruna kullanılmaya çalışıldığını görüyoruz. Ayrıca özellikle arkeoloji ve onun yan branşlarının kendisini çeşitli resmi tezlerden arındırma konusundaki başarısızlığı da ayrıca incelenmeli. Diğer sosyal bilimlere göre devletin desteği bu türden branşlarda daha önemli ve belirleyicidir. Sonuçta kazılar için ödenekler ayrılmakta, izinler çıkmakta vb. Bu sebeple arkeoloji, Hititoloji, Sümeroloji gibi bölümlerde patronaj etkisi sanki daha fazla hissedilmekte. 1960 darbesi ardından Halet Çambel ve daha bir dizi hoca komünistlik iddiasıyla üniversiteden atıldığında da arkeoloji alemi sessiz kalmıştı (ses çıktıysa da ben bilmiyorum, bilen varsa bana yazsın). Hâlbuki siyasal bilimler, sosyoloji vb bölümlerde tepkiler, istifalar olmuştu.
(6) H. Güterbock, M. İ.Çığ, H. Bozkurt, İstanbul Arkeoloji Müzelerinde Bulunan Boğazköy Tabletlerinden Seçme Metinler, Maarif Vekilliği Yayınları. Seri III Sayı 1.Maarif Matbaası. İstanbul 1944.
(7) Muazzez Çığ, Hatice Bozkurt, İstanbul Arkeoloji Müzelerinde Bulunan Boğazköy Tabletleri II. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Seri III Sayı 2. Millî Eğitim Basımevi. İstanbul 1947.
(8) Bozkurt, Çığ, Kraus, “İstanbul Çizi Yazılı Tablet Koleksiyonu” TTAE Dergisi Sayı V.1949, s.221–229.
(9) Firdevs Gümüşoğlu, Çiviyazılı Mektuplar, Samuel Noah Kramer’den Muazzez İlmiye Çığ’a, İş Bankası, 2021.